Anksiyete Ve Etiyoloji: Psikolojik Olan Her Şey Nörolojiktir.
Abone Ol 

Anksiyete Ve Etiyoloji: Psikolojik Olan Her Şey Nörolojiktir.

Şimdi de biraz anksiyetenin etiyolojisini inceleyelim: Anksiyete olgusunun etiyolojisi (oluşum neden ve etkenleri), görülen belirtilerin arkasındaki süreci açıklama çabalarıdır ki bu konunun genetik, biyolojik, nörobiyolojik ve beyin kimyası yönü ile ilgili açıklamalar bulunmaktadır. Ayrıca oluşum nedenlerinin çoğunun geçmişte yaşanmış travmatik olaylar olduğunu da belirtmek gerekir. Tabiki bu muhakkak travmaya başlı olacak demek değildir ama böyle […]

Şimdi de biraz anksiyetenin etiyolojisini inceleyelim:

Anksiyete olgusunun etiyolojisi (oluşum neden ve etkenleri), görülen belirtilerin arkasındaki süreci açıklama çabalarıdır ki bu konunun genetik, biyolojik, nörobiyolojik ve beyin kimyası yönü ile ilgili açıklamalar bulunmaktadır.

Ayrıca oluşum nedenlerinin çoğunun geçmişte yaşanmış travmatik olaylar olduğunu da belirtmek gerekir. Tabiki bu muhakkak travmaya başlı olacak demek değildir ama böyle bir olasılık oldukça yüksektir. Bunların yanı sıra anksiyetenin oluşumuna psikodinamik görüş, öğrenme kuramları, bilişsel davranışçı ve varoluşçu yaklaşımlar da kuramsal açıklamalar getirmektedir.

Psikolojik olan her şey aynı zamanda nörolojiktir, çünkü zihinden bahsedildiğinde beynin işlevlerinden ve süreçlerinden bahsedilmektedir. Bunu kesinlikle unutmamak gerekir. Ne yazık ki toplumumuz psikolojik olan her şeyin nörolojik olduğunu bilmiyor ya da bilseler dahi unutuyorlar ve ruh ve sinir hastalıklarına uğrayanlara kötü bir muamele ile yaklaşıyorlar.

Birisine teşhis koymadan önce genellikle eğer gerekiyorsa o kişinin tüm fiziksel olabilecek şikayetlerine bakılır çünkü birçok psikolojik belirtinin kaynağının aslında fiziksel bir hastalığın belirtisi olabilme riski oldukça yüksektir.

Anksiyete bozukluğunun fizyolojik boyutunu anlamak için beyin yapıları incelendiğinde burada en önemli rolü oynayan alan temporal lob’da bulunan amigdala ve ilişkili kısımlarıdır. Otonom sinir sistemi ve beyin yapısı içinde amigdala korku ağının temel noktasını oluşturur. Hayvanlarda amigdala bölgesinin uyarılması korkuya benzer davranışları ortaya çıkarırken, tahrip edilmesi de onların türlerine özgü korkularının ortadan kalkmasına neden olmaktadır.

Gelelim davranış hakkındaki en temel gerçeğe: Davranış, sinir sisteminin belirli bir bölümünün değil, tümünün fonksiyonudur. Bununla beraber heyecanlar, bilinçdışı motor, duysal dürtüler gibi sinir sistemi fonksiyonları beynin temel bölümüne yerleşmiş olan yapılar tarafından yürütülür. Beynin bu bazal (temel) yapılarından hipotalamus ve limbik sistem hem duygu ve dürtü davranışlarını hem de vücudun birçok iç koşullarını kontrol ederler. Tehlike durumunda bedende hipotalamus (ısı, yeme, uyuma ve endokrin sistemi düzenleyen kısım) adrenal yolu harekete geçerek altındaki hipofiz bezine ileti gönderir. Buradan salgılanan ACTH (Adreno Cartico Tropic Hormonu) etkisi ile böbrek üstü bezlerden stres hormonları salgılanır. Sonuçta parasempatik sistemin düzenlemeleri ile anksiyete de izlenen mide barsak, idrar yolları ve cinsel organlarla ilgili belirtiler ortaya çıkar. Sempatik sistemin aktivasyonu ise anksiyete de izlenen kan basıncı ve kalp hızı artışı, terleme, tüylerin diken diken olması, gözbebeklerinin genişlemesi vb. belirtileri ortaya çıkarır. Bu bir tür savaş ya da kaçış olarak algılanır.

Bedenin bir tehditle karşılaşması karşısında adrenalin ve diğer ‘stres hormonlarını’ üretmesi, kalp ritmini ve kan basıncını birlikte hızlı bir şekilde yükseltir ve kandaki şeker seviyesi de ani bir enerjiyi ortaya çıkarır kan ise iç organlardan kollara ve bacaklara çekilir. Bu fizyolojik değişimler tehditle mücadele edebilmek ya da kaçabilmek için hayati öneme sahipken anksiyetenin sürekliliği bu organların fonksiyonunu olumsuz etkiler. Yani evet arkadaşlar, anksiyete dediğimiz şey aslında halkın gördüğü kadar basit bir şey değildir ve çok ciddi şeylere sebep olabilir.

İnsanlarda korku duygusunun başlamasına amigdaladaki kanın hareketinde aktivite artışının eşlik ettiği izlenir. Kanın aktivite artışındaki değişiklikten immün sistem (bağışıklık sistemi) de etkilenir. Çünkü stres hormonları bağışıklık sistemini baskılayarak acil durum için kullanmak istediği enerjiyi tasarruf etmeye çalışır. Bu nedenle kanın yaşamı kurtaracak reflekslerin yerleştiği merkez olan arka beyne akması ön beyin kısmına giden kan akımını azaltır. Kansız kalan ön beyindeki bilinçli aktivite merkezinin düşünme yetisi azalır. Kısa süreli stres ve tehdit kaynaklarına göre tasarlanan bu sistem sürekli kaygı uyarıları karşısında mantıklı ve bilinçli düşünceyi engeller. Tehdit kaynağı dışarıda değil de içeride olduğunda gerçekte şu an için bir tehdit oluşturmayan yıllar önce yaşanan bir olaydaki korku nesnesi hala bir tehdit olarak algılanıyorsa ve bu nedenle de içeride duygu üretilmeye devam ediyorsa bu sürekli tehdit algısı bedende anksiyete belirtileri meydana gelecektir.

Anksiyete bozukluklarının oluşumuna açıklama getiren yaklaşımlardan biri de anksiyete duyarlılığı kavramıdır. Korku beklentisi modelinin ana dayanağını oluşturan anksiyete duyarlılığı görüşüne göre insanlarda korku yaratan bir olaydan ya da durumdan kaçınma güdüsünün temelinde “anksiyete beklentisi” süreçleri yani anksiyete belirtilerinin sonuçlarından aşırı koku rol oynamaktadır. Bu durum anksiyete bozuklukları için bir risk etkeni oluşturmakta anksiyete belirtilerinin şiddetinde ve sürmesinde rol oynadığı düşünülmektedir.

Anksiyete bozuklukları için genetik etkenlere bakıldığında ise anksiyete de genetik yatkınlık için panik bozukluğun ve agorafobinin aynı ailede görülme sıklığını destekleyen çalışmalar bulunmaktadır. Aynı ilişki diğer anksiyete bozuklukları için gösterilememiştir. Gelişimsel Etkenler incelendiğinde ise yapılan araştırmalarda panik bozukluğu bulunan hastaların çocukluk dönemlerinde normal kontrol gruplarına göre daha fazla anksiyeteli oldukları çevresel koşullarındaki patolojinin daha fazla olduğu bildirilmiştir. Agorafobik hastaların çocukluklarında aşırı ebeveyn koruyuculuğu, yoksunluğu ya da sevgi eksikliği de görülmektedir. Kaygıyı bağlanma tarzlarına bağlayanlar bağlanma kuramından yola çıkarak kaygının kişinin içselleştirdiği özdeğer duygusunu yansıttığını, kendilerini değersiz görmenin sunucu sevilmeye layık olmadıkları inancıyla terk edilme korkusuna bağlarlar. Bu durum çocukken sunulmayan güvenli bir model olmayışından kaynaklanır ve yetişkin dönemlerinde stres verici olaylara tepkilerini belirlemede etkili olur.

Psikodinamik açıdan anksiyete, bilinçdışı çatışmalardan kaynaklanan ve diğer ego savunmalarının yetersiz kalmasıyla kişi tarafından deneyimlenen uyarıcı sinyaldir. Freud’un takipçilerinde Otto Rank’a göre her tür nevrozun baş kaynağı ise doğum travmasıdır ve bu tip otomatik hissedilen iç anksiyeteler ‘id’ anksiyetesi olarak anılır. Freud ise üç tip kaygı belirlemiştir. Birincisi gerçeklik kaygısı yada nesnel kaygıdır ki gerçek dünyada algılanan ve farkına varılan gerçek bir tehlikeye verilen tepkidir. Freudun asıl üzerinde durduğu kaygı ise bilinçli kaygının ötesindeki nevrotik kaygı ve ahlaki kaygıdır. Bu iki kaygı türündede insanlar kaygının kaynağından haberdar değildir. Anksiyetenin dinamik kökenleri açıklanırken anksiyete yoğunluğuna göre iki ayrı forma ayrılmıştır. Bunlardan ilki sinyal anksiyete tehlikeye karşı uyarı görevi yapar ve ikincisi travmatik anksiyete ise tehlike olarak algılanan güçlü seksüel ve saldırganlık dürtüsü karşısında ego’nun tehlike tarafından ezilip kontrolünü kaybetmesi olayıdır.

Sosyal öğrenme yaklaşımının kurucusu Skinner’e göre kaygının nedeni ortama verilen koşullanmış tepkidir ve öğrenmenin ürünüdür. Watson ise nedeni bilinmeyen ve anlamsız görülen korkuyu uyarıcı tepki ilişkisi içinde açıklamış ve fobi türü pekçok korkunun geçmişteki koşullanmanın sonucu olduğunu ileri sürmüştür. Sosyal öğrenme yaklaşımının kaygının nedeni hakkında öne sürdüğü bir başka fikir ise kontrol odağı kavramıdır. Yaşamının kontrolünü kendinden çok dış etkenlere bağlayanların daha fazla kaygı duyacakları şeklindeki görüştür ancak bu yaklaşım neden sonuç ilişkisi konusunda tartışmalı durumdadır. Anksiyetenin oluşumunu korku ile farkını ortaya koyarak izah eden bir bilişsel yaklaşıma göre anksiyet duygusal bir sürece işaret ederken, korku bilişsel bir süreç olması ile ayırt edilebilir. Korku tehdit edici bir uyarana karşı zihinsel bir değerlendirmeyi içerirken, anksiyete bu değerlendirmeye verilen duygusal tekkiyi içerir. Yine bilişsel yaklaşımın öncülerinden Kelly’e göre gelecek kestirilemediği ve olaylar anlamlandırılamadığı zaman kaygı ortaya çıkar.

Bilişsel psikologlar kaygıyı benlik farklılığı kavramı ile de açıklamaya çalışmışlardır. Bu kavrama göre gerçek kendilik ile olunması gerektiği düşünülen kendilik arasındaki uyumsuzluk gerginlik, kaygı ve suçluluk duygularına neden olabilir. Bilişsel terapiyi ilk savunan insanlardan biri olan ve akılcı duygusal terapiyi geliştiren Albert Ellis’e göre ise insanlar yanlış akıl yürütme ve akılcı olmayan inançlarından dolayı kaygı ve sıkıntı yaşamaktadırlar. Biliş ve duygu arasındaki ilişkiyi inceleyen David H. Barlow ise anksiyeteyi yüksek derecede olumsuz duygu öğeleri ile dereceleri değiştirilmiş olumsuz bir geribildirim döngüsü içeren yaygın bir bilişsel-duygusal yapı, beklenmedik, kontrol edilemeyen biçimde hissedilen ve devam eden içsel ve dışsal olaylar ve bu dikkate yönelik uyumsuz çözümler olarak tanımlamaktadır. Varoluşçu psikoterapi varoluşçu kaygıya yani kişinin yaşamında hiçbir anlam olmadığını düşünmesinin ardından yaşadığı panik ve korku duygularına odaklanır. Varoluşçulara göre ölüm korkusu ilk anksiyete kaynağıdır ve psikotik reaksiyonlar, psikofizyolojik reaksiyonlar ve nörotik reaksiyonlar anksiyete ile başa çıkma çabalarıdır. Ayrıca varoluş anksiyetesinden bahsedilir yani hayat tatmini ne kadar az ise anksiyete o kadar fazladır.

İnsancıl psikolojinin kurucusu Rogers ise kaygıyı oluşturan şeyin kendilik kavramı ile gerçeklik arasındaki uyumsuzluğun büyümesinden kaynaklandığını ileri sürer, düzensizlik adını verdiği bu duruma göre tutarsız bilgilere karşı korunma sistemi çöker ve ortaya aşırı kaygı çıkar. İnsancıl yaklaşımın bir başka temsilcisi Maslow ise kaygıyı ihtiyaçlar hiyerarşisi ile açıklamaktadır. İnsanların ihyiyaçları karşılandıkça daha üst düzey gereksinimler için kaygı yaşarlar.

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM