Bir Haymatlosun Sancıları (Bölüm-1)
  • Facebook
  • Twitter
  • 26 Kasım 2020
  • 0
  • 149
  • 1 Yıldız2 Yıldız3 Yıldız4 Yıldız5 Yıldız
    1 Kişi oy verdi
    Ortalama puan: 5,00.
    Bu yazıya oy vermek ister misiniz?
    Loading...
  • +
  • -
Abone Ol 

Bir Haymatlosun Sancıları (Bölüm-1)

BİR HAYMATLOSUN SANCILARI BÖLÜM I Yağmur hızlanmadan kendimi eve atmalıyım diye düşünüp oturduğum masadan hızla kalktım. Saatler sessiz sessiz ilerlerken vakit epey geçmişti. Neredeyse gece yarısı olacaktı. “Ne de olsa yarın iş yok!” diye düşünüp kendimi müzik ve biraya iyice kaptırmıştım. Kapıdan çıktığımda yağmurun içeriden göründüğü kadar hafif yağmadığını anladım. Yokuş aşağı hızlanmamak için kendimi […]

BİR HAYMATLOSUN SANCILARI

BÖLÜM I

Yağmur hızlanmadan kendimi eve atmalıyım diye düşünüp oturduğum masadan hızla kalktım. Saatler sessiz sessiz ilerlerken vakit epey geçmişti. Neredeyse gece yarısı olacaktı. “Ne de olsa yarın iş yok!” diye düşünüp kendimi müzik ve biraya iyice kaptırmıştım.

Kapıdan çıktığımda yağmurun içeriden göründüğü kadar hafif yağmadığını anladım. Yokuş aşağı hızlanmamak için kendimi sıkarak yürüyordum. Aksi halde kayarak düşmem işten bile değildi. Zaten alkolün verdiği etkiyle hafiften bir baş dönmesi kaçınılmazdı. Kafamdan yine türlü düşünceler geçiyordu. Geçmişe takılmış bir adamdım ben. Sanki güzel olan ne varsa geçmişte kalmıştı. Bundan sonraki hayatımı laf olsun diye yaşıyordum. Hiç birşey beklemeden, çevremdekilere aldırış etmeden. Bu yüzdendi yalnız içmelerim, bu yüzdendi kendimi cezalandırmam, bu yüzdendi haymatlos yaşamım. Ama yine de pişman değildim yaşadığım yanlışlardan. “O kadar güzeldi ki” dedim sesli bir şekilde “o kadar güzeldi ki yine olsa yine yaşardım aynı şekilde”. Bana acı veren ne varsa zaten bu güzel yanlışlardan ortaya çıkmıştı. Bugün ben ne olduysam,bütün bunlar yaşadıklarım sayesindeydi. Hepimiz geçmişimizin eseri değil miyiz?  Görünüşe bakılırsa pek de pişman değildim. Belki de ben acı çekmeyi, geçmişi düşünmeyi, hayatın akışını kaçırmayı seviyordum. İnsanın kendinin farkında olması da gayet güzel bir şey. Kendime kızacağıma yine en başa dönmüştüm. Gülümseyerek yoluma devam ettim.

Galata’dan Eminönü’ne inen yokuşu bitirmeye yaklaşmışken kulağıma ağlama sesleri geliyordu. Gittikçe yaklaşıyordum ve gecenin ilerleyen saatlerine aldırış etmeden bu ses beni kendine doğru çekiyordu. Biraz daha yaklaşınca bunun bir kadın sesi olduğunu anlayabildim. Bu sokak hediyelik eşya dükkanlarının çok olduğu bir sokaktı fakat bu saatte dükkanların hepsi kapalıydı. Bu kapalı dükkanların önünde, esnafların masa koydukları yerde kaldırımın dikey taşına oturmuş bir kadın vardı. Yanında da bir bira şişesi. Elleriyle yüzünü kapatmış ağlıyordu. Ona doğru yaklaşırken iki kez bu kararımdan vazgeçip, üç kez tekrar yaklaşmaya karar verdim. Beni yanlış anlamasından korkuyordum çünkü benim hiçbir kadından ya da hiçbir insanoğlundan bir beklentim yoktu. Sesimin onu ürkütmesini istemediğimden dolayı sesimi olabildiğince yumuşatarak “Pardon iyi misiniz? Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordum. Ellerini yüzünden çekerek birden ayağa fırladı. “Beni rahat bırak ne senin, ne de bir başkasının yardımına ihtiyacım yok!” Kaç bira içmişti bilmiyorum ama alkolün etkisiyle olacak ki geriye doğru yıkıldı. Montundan son anda yakaladım fakat sadece yavaşlatmıştım. Yere düşmesine engel olamadım. Yine de başını sertçe vurmadığı için içim rahatlamıştı. “Eh be Doruk! Sanane yardıma ihtiyacı var mı yok mu! Dönüp gitseydin yoluna. Şimdi buyur bakalım ne yapacaksın!” diye söylendim. Sağıma soluma bakıyordum yağmurun ıslattığı bu yokuşta kimseler yoktu. Hemen kadına doğru eğilerek ;“İyi misin?” dedim. Bu sırada bir elimi başının altına koyarak kendime doğru kaldırmış, diğer elimle de yanağına nazikçe bir tokat atmıştım. Yere düşen bir kadın anca bu kadar güzel olabilirdi. O an sanki gökten hızlı inmiş ve dengesini sağlayamadan yere düşen bir melekti benim gözümde. “Git başımdan! Beni rahat bırak! Bütün gece bu boş sokaklarda içeceğim. Sen ve senin gibilerde benden uzak duracaksınız! Baba… Neredesin… Bak kızına baba… Bırakma…” derken beraber ağlamaya başladı. Başının altındaki elimi itekleyerek yan döndü ıslak yerlere iyice yayıldı ve anlamadığım bir şeyler sayıklayarak sesi giderek azaldı.

Ne yapacağımı veya ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Kendime kızıyordum hiç yaklaşmamalıydım. Benim sorunum değildi onun ne yaşadığı, kim olduğu. Sokakta içen bir kadındı işte. Hiç sormasam daha iyiydi. Birkaç nazik tokat atarken beraber “Evin nerede? Adresini hatırlıyor musun? Seni eve bırakayım taksiyle.” Dedim korkarak. Hiçbir cevap alamadığım gibi sayıkladığı şeylerden de en ufacık bir şey anlaşılmıyordu. Neredeyse bayılmak üzereydi. “Senin neyine bu kadar içmek!” diye bağırdım. Bir anda boynuma attı elini “Beni götür, götür beni babama…” dedi. Eli yavaşça kaydı kendi göğsüne. Diğer elide göğsünün hizasındaydı. Adeta uyuma pozisyonuna girmişti. Evet evet belliydi. Sızıp kalacaktı orada. Çantasını veya bir eşyasını aradım ama bulamadım. Kalktım sağa sola iyice baktım bira şişesinden başka bir şeyi yoktu. Geri döndüm ve yerde yatan meleği kollarıma aldım. Ne kadar üşüdüğünü farketmiş olacakki iyice sokuldu bana. Sanki bir anda tüm o asiliğini bırakmış bana teslim olmuştu. Neden öyle davrandığım hakkında hiçbir bilgim yoktu. Sanki o anlarda beni yöneten başka bir dürtü vardı içimde. Ne yaptığıma ben değil bir başkası karar veriyordu ve tüm davranışlarım aniden oluyor, ben sonradan farkına varıyordum. Yürürken onu bir kenara bırakmayı düşündüm ama bunun için de kızdım kendime. O, yardıma ihtiyacı olan biriydi artık benim gözümde. Öylece bırakamazdım artık. Hem bu sokaklar hiç güvenli değildi gökten inmiş bir melek için.

Sokağın sonuna gelir gelmez ışığı yanan bir taksinin bana doğru geldiğini gördüm. Alkolün verdiği etkiye ve kollarımda bir meleğin olmasına dayanarak, sağ ayağımı kaldırdım taksiyi durdurmak için. Bu sırada yüzüne ışık vuruyordu ve onu izlemeye başladım. Dudakları titriyordu. Islanmış ellerini birleştirmiş, nefesiyle ısıtmaya çalışırmış gibi ağzına doğru yaklaştırmıştı. Eğer taksici inip arka kapıyı açmasa sabahın ilk ışıklarına kadar izleyebilirdim onu. Arka koltuğa yerleştirip çekiştirirken uyanmış olacak ki yine sayıklamaya başladı. “Soğuk… Baba..” Hiç aldırış etmeden kapısını kapatıp ön koltuğa kuruldum.

Taksiciye adresi tarif ettikten sonra ben de ıslanan ellerimi üzerimde kuruladım. Zaten bu güzel kadın da yol boyunca beni havlu olarak kullanmıştı. Hatta düşündüm, birçok kadın beni havlu olarak kullanmıştı. Sorun edecek değildim üstümün ıslanmasını.

Onu 3. Kata çıkarmak çok da kolay olmamıştı. Zaman geçtikçe de alkolün etkisinden sıyrılıp bu yaptığıma giderek pişman oluyordum. Kapıyı açarken onu merdivene bırakmak zorunda kaldım. Taksiye bıraktığımda olduğu gibi hemen bıraktığım yerde yeni bir pozisyon alıp uyumaya devam ediyordu. Kapıyı açtıktan sonra hemen ayakkabılarını çıkardım. Tekrar kucağıma alarak onu kendi odama götürdüm. Odamda bir yatak, çalışma masam, kitaplığım ve tek kişilik ucuz bir koltuğum vardı. Bu meleği ilk önce koltuğa bırakıp onu uykuya hazırlamaya karar verdim. Koltuğa bırakmamla beraber yine burada kendini iyice büzüştürmüş, ayaklarını kendine çekerek uyumaya çalışıyordu. Rutubetden tavan boyaları dökülmüş odamdaki yağlı radyatörü çalıştırdım ve gidip bir havlu alarak geri döndüm.

Üzerindeki montu çıkardım. Dağılmış saçlarını elimle birleştirerek havluya sardım ve biraz kuruladıktan sonra saçlarının ne kadar uzun olduğunu farkettim. O günlerde izlediğim mitoloji dizilerinde Afrodit’in tasviri geldi gözümün önüne. Saçları onun kadar uzundu. Afrodit değil miydi Troya prensi Paris’e dünyanın en güzel aşkını yaşatacağını vaad eden ve ona Akhaların en güzel kadını Helen’i bir sandık içinde yollayan? Evet bu kadın da en az Eros’un annesi Afrodit kadar güzeldi. Bunları düşünürken bu güzel kadını iyice soymuş ve sadece iç çamaşırlarıyla bırakmıştım. Vücudunu kurularken uyanmasından korkarak hafifçe havluyu sürüyerek tüm ıslaklığını aldım. Zaten iç çamaşırları fazla ıslanmamıştı. Onu yatağa yatırmak için kucağıma aldığımda buz gibi tenini hissettim. Hiç oyalanmadan yatağıma uzatıp üzerini örttüm. Yağlı radyatörü yatağıma iyice yaklaştırdım. Zaten bu küçük zımbırtı odayı yeterince ısıtıyordu. Kadının ıslak kıyafetlerini de koltuğun üzerine güzelce serdim. Lambayı kapatarak çıktım odadan.

Oturma odası ve mutfağın bulunduğu odaya geçerek kanepeyi gözüme kestirdim. Evet kendime burayı layık görmüştüm. Yolda gördüğüm bir kadını alıp evime getirmiş ona yatağımı vermiştim. “Bu kanepe bile fazla sana!” dedim kendi kendime. Üzerimi bile değişmeden kendimi attım kanepeye ve uykuya nasıl daldığımı hatırlamıyorum.

Onur DEMİR / Bir Haymatlosun Sancıları Bölüm I

Sosyal Medyada Paylaşın:

BİRDE BUNLARA BAKIN

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • ÇOK OKUNAN
  • YENİ
  • YORUM