Geçen haftaki yazımda hayat oyununda hiçbir şeyin bizim kontrolümüzde olmadığından; sadece oyunu nasıl oynadığımızın bizim kontrolümüzde olduğundan bahsetmiştim acizane. Bu hafta “teslimiyet mi, esaret mi?” diyerek devam etmek istiyorum. Teslimiyet mi, Esaret mi? Hep sorguluyorum her an düşünüyorum, doğru ne, seçimlerimi hangi yönde yaparsam huzuru, özgürlüğü, cenneti tadarım? Diğer taraftan bu oyunda ne yapıyorum da, […]
Geçen haftaki yazımda hayat oyununda hiçbir şeyin bizim kontrolümüzde olmadığından; sadece oyunu nasıl oynadığımızın bizim kontrolümüzde olduğundan bahsetmiştim acizane. Bu hafta “teslimiyet mi, esaret mi?” diyerek devam etmek istiyorum.
Hep sorguluyorum her an düşünüyorum, doğru ne, seçimlerimi hangi yönde yaparsam huzuru, özgürlüğü, cenneti tadarım? Diğer taraftan bu oyunda ne yapıyorum da, kaderimi inşa etme fırsatımı kaçırıyorum ve aslında fedakarlık sandığım şeyin bana verilmiş bir fırsat olduğunu unutuyorum? Ne yapıyorum da yoldan çıkıp tali yollarda, çıkmaz sokaklarda savruluyorum? Kök salamayan ağaçlar gibi kuruyorum, tutunamıyorum, uzayamıyorum göğe doğru, açamıyorum kollarımı kucaklayamıyorum bağrımda bir kuşu. Ya da bu oyunda, iradem dahilinde olan kısımda nasıl bir çalım atıyorum hayata da derin bir nefes çekebiliyorum içime, yargılamadan eyvallah demenin o teslim olma gücüne mazhar oluyorum. Barajların önünde duramadığı her daim canlı, diri, güçlü aşk çağlayanını hissediyorum her zerremde, yeryüzündeki her varlıkta. Bilinçaltımın durağan nehrinde, hep aynı suyla yıkanmak yerine; diri sularda arınıp, temizlenmenin ve bu sayede O’na daha çok yaklaşmanın hazzını tadıyorum.
Düşünsenize; kötülüğün, şiddetin, acı diye adlandırdığımız olayların olmadığı bir yerde iyilik, hassasiyet, yumuşaklık, huzur bulunabilir mi? Daha doğrusu zıtlıklar olmadan kavramların sınırlarını fark edebilir miyiz? Dalgaları sevmeden denizleri sevebilir miyiz? İyi ki bu dünyada ikilik var da, tarafımızı seçebilme fırsatına talibiz. İşte bu yüzden acılı bir insan gördüğümüzde, yardıma muhtaç bir hayvanla karşılaştığımızda ya da deprem, terör gibi olaylarda sürekli laf üretmek yerine, bu tür acı yüklediğimiz olayları bir fırsat olarak görsek ve yardımda, hizmette yarışıp hangi tarafta olduğumuzu göstersek tek sahibimiz Yaradanımıza daha doğru olmaz mı? Teslimiyet ve esareti daha iyi anlatabilmek için size bir hikâye anlatayım.
Nemrut, azgınlığının önünde bir engel olarak gördüğü Hazreti İbrahim’i (üç semavi dinin ortak atası ve peygamberidir) ateşe atarak cezalandırmak ister. Meydanın ortasına dev bir ateş yaktırır. Ateşi gören canlıların tümü etrafa kaçışır. Ancak bir karınca, ağzında bir damla suyla devasa ateşe doğru telaşla koşturur. Onu gören bir başka karınca “Nereye böyle telaşla?” diye sorar. Karınca “Duymadın mı Hazreti İbrahim’i ateşe atacakmış Nemrut ? ” deyince. Diğer karınca alaycı bir ifadeyle, “Ateşi görmedin herhalde. Kocaman bir ateş. Kaçmaktan başka çare yok. Ağzındaki bu bir damla suyla mı o ateşi söndüreceksin” der. Bunun üzerine su taşıyan karınca, “Hiç olmazsa yönümüz belli olsun.” diye karşılık verir.
Karıncanın seçtiği yolda yürüyebilmeyi nasip etsin Allah’ım.
Peki bu yolda daim kalabilmek için ne yapmalıyım? Ayaklarım bir cambazın ip üstünde yürümesi gibi her an kayma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu aralar bunu çok sorguladığımdan olsa gerek hayat hemen bir işaret gönderdi çok şükür yeni bir hikâye ile:
Bir zâta sormuşlar ‘Her şeye eyvallah, peki gafilin gafletine de mi eyvallah?” Zat cevap vermiş: ”Gaflete eyvallahımız yoktur; fakat gafil bir kimse gördüğünde, ‘Bu benim halim de olabilirdi; ama Cenab-ı Hak şuan beni muhafaza etti.” diye tefekkür edersin. İbretle ”Eyvallah.” dersin.’ demiş. Peki yanlış olan şeyi nasıl düzelteceğiz? diye sormuşlar. O zat devamla ‘Kendi acizliğini hatırına getirerek karşındakini ikna etmen daha kolay olur, sen kendi egonu aradan çıkarırsın böylece sözünün tesiri olur.’ diye cevaplamış.”
Kırılganlıklarımın, korkularımın, tekrarlarımın, bana faydası olmayan duygu ve düşüncelerimin kaynağı benliğim… Sürekli ispat peşinde koşan, haklı olmaya çabalayan, yerli yersiz konuşan perdelenmiş gözlerim, kulaklarım, kalbim. İnsanların düşüncelerine göre, tecrübe adı altında kendime sınırlar çize çize hareketlerimi programladığım aciz benliğim… Karşımdaki kişide gördüğüm kendi kusurumdan başka ne, başkasında yargıladığım şey kendimde henüz açığa çıkmamış; ama mutlaka ‘ben’ sandığım egomun defosundan başka ne…
Tüm bu aciz defolarımla başkasına laf anlattığımda, sözümün tesiri olur mu hiç? Daha maddenin enerji olduğunun farkına varmamış bir bilinç seviyesindeyken maddeyi maddeyle kontrol altına almaya çalışarak, yani etkiye tepki vere vere nasıl doğru yolu bulabilirim? Şükür ki artık İslamiyet’i (teslimiyet) bilim de destekliyor. Kuantum mekaniğine göre, her parçacığın bir alanı var. Ve parçacığı dönüştürmek istediğinde bu işin sırrı parçacığa bağlı olan ‘alanı’ yani ‘enerji’ yi, ‘mana’ yı değiştirmek. Çünkü yalnızca ‘alan’ parçacığı dönüştürebilir. Ve bu sayede manandaki dönüşüm maddeye yansır.
Ve son olarak en büyük direnç teslim olmaktır. Sisteme değil ruhaniyete… her ne olursa olsun sokaklara düşmek, şiddete şiddetle karşılık vermek, vahşi duyguları körüklemek direnç değil tam tersi esaretimizi arttıracaktır. Lütfen, direnişin asıl manasını unutup da iyi bir şey yaptık derken ayağımızı kaydırmayalım.
İyikiler çok Dilçelciğim, her yeni günü yeniden yaşayabilmek, teşekkür ederim güzel yorumuna.
İyi ki bu dünyada ikilik var da, tarafımızı seçebilme fırsatına talibiz.
Ne güzel özetliyor bu kısacık cümle her şeyi.
Çok ama çok güzel bir yazı idi.
Kalemine sağlık.