Mutasavvıflara göre, Tanrı tek varlıktır. (Vücud-ı Mutlak). Aynı zamanda tek güzelliktir (Hüsn-i Mutlak). Evren ve tüm insanlar Tanrı’nın bir görüntüsüdür. Tanrı ezelde yalnızdı. Tek varlık olan Tanrı, kendisini görecek gözler, sevecek gönüller istemiş ve kâinat olarak tecelli etmiştir. Tanrı, insanı yaratırken insana nazar kılmış, bu bakışla Tanrı’dan bir parça insana geçmiştir. İnsan Tanrı’dan bir parça […]
Mutasavvıflara göre, Tanrı tek varlıktır. (Vücud-ı Mutlak). Aynı zamanda tek güzelliktir (Hüsn-i Mutlak). Evren ve tüm insanlar Tanrı’nın bir görüntüsüdür. Tanrı ezelde yalnızdı. Tek varlık olan Tanrı, kendisini görecek gözler, sevecek gönüller istemiş ve kâinat olarak tecelli etmiştir. Tanrı, insanı yaratırken insana nazar kılmış, bu bakışla Tanrı’dan bir parça insana geçmiştir. İnsan Tanrı’dan bir parça taşır. Ancak insanda nefis de vardır. Nefis, dünya tutkusu insanı Tanrı’dan uzaklaştırır. İnsan, ruhunu terbiye eder, çile çeker, fani dünya ile bağını koparırsa ruhunu kötülüklerden arındırmış olur. Böylece insanda yalnızca Tanrı’dan geçen parça kalır. Bu seviyeye erişen insan “Ene’l-Hakk” (Ben Hakkım) der ve “vahdet-i vücud”a / “Fenafillah”a (Allah’ta yok oluş) ulaşır.
Hallac-ı Mansûr, (857-922) Vahdet-i Vücûd” anlayışı doğrultusunda ”Ene’l-Hakk” dediği için idam edilen ünlü bir mutasavvıftır. Hallâc-ı Mansûr, “Vahdet-i Vücûd” anlayışını şu sözlerle açıklar: “Ben, O’ndanım, ama O değilim.”
Mansûr, aslında hallaç (pamuk atan, pamuk kabartan) değildir. Bir gün hallaç olan bir dostuna bir iş buyurdu. O da bu işi yapmak için dükkândan ayrılınca Mansûr onun vaktini çaldığını düşündü ve parmağının işaretiyle dostunun işlerini devam ettirdi, pamukları kabarttı. Dostu geri dönüşünde bu kerametli gördü ve o günden sonra Mansûr’a “Hallâc” lakabı verildi. Tasavvuf yolunda ilerleyince fenafillâha ulaştı ve “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) dedi. Bu sözün tasavvufi anlamını değil de görünen anlamını dikkate alan Bağdatlı din adamları onu uluhiyet iddiasıyla suçladılar, münkir kabul ettiler. Hallac’ı hapse attılar. Sekiz yıl hapiste kaldı ve bu sırada şiirler ve “Tavâsî” adlı tasavvufî bir eser yazdı. Abbasi halifesinin emriyle idama mahkûm edildi. Bağdat’ta kamçılandı, taşlandı, vücudu parça parça edildi, darağacına çekilerek teşhir edildi sonra da cesedi yakıldı. Külleri Dicle nehrine döküldü.
Bu olaydan sonra Mansûr’un ismi etrafında bir efsane oluştu. Sadece bizim edebiyatımızda değil tüm İslam ülkelerinde Mansûr önemli bir tasavvufi imge olarak şiirde işlendi. Mansûr- nâme ismiyle bir şiir türü doğdu.
Klasik edebiyatımızda olduğu gibi Modern Türk Şiirinde de Hallac-ı Mansûr, Allah aşkı uğruna türlü sıkıntılara severek katlanan ve ölümü göze alan bir aşk şehidi olarak görülür. Tasavvufla ilgisi olsun olmasın pek çok şairimiz şiirlerinde “Ene’l-Hakk”, darağacı, ber-dâr, taşlamak, gül atmak, pamuk atmak gibi ip uçlarını kullanarak Mansûr’a telmihler, benzetmeler yaparlar.
Büyük sûfî Hallac-ı Mansûr, “Ene’l-Hakk” dediği için önce taşlanmış, sonra idam edilmiş. Aynı sebepten 15. Yüzyılda Seyyid Nesimi idam edildikten sonra derisi yüzülmüş, o da Mansûr gibi edebiyatta efsaneleşmiş. Sezai Karakoç kendisini Mansûr ve Nesimi ile özdeşleştirir, onlar gibi bir aşk şehidi olmak ister. Mansûr’a telmih yaparken taş atmak ve gül atmak tezadından yararlanır:
Bağdat’tayız/ Dönüp duruyoruz yırtıcı kuşlar gibi / Çevresinde bir darağacının/ Koparabilir miyiz acaba/ Etinden çileli etinden/ Döğmeli ciğerinden bir parça/ Hallâc-ı Mansûr’un / Kur’an okuyan yüreğinden / Bir ışık kapabilir miyiz/ Eriyen gözlerinden/ Bir bakış geçer mi içimizden / Bir taş atarak/ Bir gül alabilir miyiz/ Sezai Karakoç
Mansûr taşlanırken canı yanmamış ancak bir dostu -Şibli- ona gül atınca ’ah’ demiş:
Güllerle döğdük birbirimizi her baharda/ Gül fırlattık birbirimize taş yerine/ Sezai Karakoç
Derler ki Hallaç idam edileceği gece beş yüz rekât namaz kılmış. İdama giderken minarede bir müezzinin Allahuekber (Allah en büyüktür) diyerek ezana başladığını görür ve bağırır: “Utanmaz yalancı, in oradan aşağıya!” Onu taşlayanlar tövbe etmesini söylerken o: “Eğer bu müezzin ta yürekten, inanarak bir kere Allahuekber deseydi o minare ayağının altında erirdi” cevabını verir ve bir kayanın üzerine çıkar, bir kez “Allahuekber” der, kaya ayağının altında un ufak olur.
Bir ömürlük kuluyuz bir dem En-el-Hak diyenin, / Gideriz sall-i alâlarla musallâya kadar. / Meşk ederler çile doldurmayı Mevlânâ’dan/ Yol bulurlar koca Mansûr gibi Mevlâ’ya kadar/ Faruk Nafiz
Mansûr, aşkı bir tutku ve haz olarak değil acı ve ıstırap olarak görür. İdam gününde bedeninden akan kan ile abdest aldığı, “Aşk namazı için abdest ancak kanla alınır.” dediği söylenir.
Şiirlerinde dini motiflere çok sık yer veren şair Osman Sarı, dostun attığı taşın aşığa acı vermeyeceğini, taşın gül yerine geçeceğini söyleyerek Mansûr’un taşlanması hadisesine telmih yapar:
Ölüm sendendir bana nedir taşlamak beni/ Bana güldür çiçektir attığın her taş senin/ Osman Sarı
Mansûr ve Nesimi, şairlerin gözünde aşk uğruna acılara severek katlanmanın simgesidir. Hilmi Yavuz, şiirlerinde Hallâc-ı Mansûr ve Nesimi’den sık sık bahseder:
Aynalarda seyir halindeydim. / Yüzüm ve tenimleydim aynalarda…/ Gâh Nesimî olduğumu gördüm / Gâh Hallâc-ı Mansûr!/ Kendi derimi aynalarda yüzdüm; kendi elimle… / Hilmi Yavuz
Şairler, gerçek aşığın sevdiği için can vermesi gerektiğini, bu uğurda acılara katlanmayanın, gerektiğinde canını vermeyeninin aşkından şüphe edileceğini dile getirirler. Mansûr imgesi sadece Alevi Bektaşi şairlere özgü değildir. Divan şairlerinden Mansûr’a yapılmış yüzlerce telmih örneği bulmak mümkündür. Modern şiirimizde de Mansûr’n hikayesi zengin bir imge kaynağıdır: Divan mazmunlarından ve Mansûr imgesinden en çok yararlanan şairlerimizden biri de Hilmi Yavuz’dur:
ve işte acılardan bir sur / ölüm ancak bu kadar çocuk / ve mağrur olabilirdi/ ve kuytu dağ koyaklarını/ bir sürme gibi çekmiş gözlerine/ hallâc-ı Mansûr/ Hilmi Yavuz
“Ene’l-Hakk” sözünü “Ben Hakk‟a eriştim, her şey onun tecellisidir, Her şey ondandır, ben de ondanım, benliğimi onun varlığında yok ettim, Fenâfillaha ulaştım.” olarak anlamak gerekir. Tasavvuf düşüncesine göre evrende her şey Tanrı’nın görüntüsünden başka bir şey değildir. Bu tek olan varlık, bütün güzellikleri üzerinde toplamıştır. İnsan yokluktan kurtulmak istiyorsa dünya hırsından ve tutkularından kurtulmalıdır. Öz câna kavuşmak için gönlünün sesine uymalı, Mansûr gibi darağacında can vermeyi göze almalıdır:
Gönül böyle nereye / Yine kûy-ı yâre mi / Bulmak için öz canı/ Mansûr gibi dâre mi?/ A.Vahab Akbaş
Şairler, Hallâc-ı Mansûr’un darağacında asılarak öldürülmesini aşk yolunun en yüce mertebesi olarak görürler, aşk için her türlü cefaya katlanmak gerektiğini dile getirirler “Dâr” ve “ber-dâr” sözcükleri şairlerin en çok kullandıkları mazmunların başında gelir ve bu sözlerle çoğu zaman sevgilinin saçı, zülfü kastedilir. Beşir Ayvazoğlu’na göre sevgilinin saçı aşıklar için bir tuzaktır, darağacının urganı gibi aşığın gönlünü avlar:
Çün dâmına sayd oldu gönül zülf-i nigârın / Elhâk yine Mansûr’u biziz kurduğu dârın/ Beşir Ayvazoğlu
Divan ve Halk şiirinde sevgilinin saçı genellikle Mansûr’un asılı kaldığı darağacıdır. Âşık da o ağaçta Mansur gibi canını seve seve vermek ister. (Ayağı yer mi basar zülfüne ber-dâr olanın/ Zevk u şevk île virür cân u seri döne döne-Necati Beğ). Darağacında asılı kalan âşık kendisini miraca yükselmiş olarak kabul eder.
Tasavvufun akıldan çok insanın iç dünyasına, duygularına hitap etmesi sanatçıların hep ilgisini çekmiştir. Şairler, Mansûr gibi aşk yolunda çekilen acıdan hoşlanır, acının devamı etmesini diler, bu acıya katlanmayanların gerçek âşık olamayacağına inanırlar. Necip Fazıl, Mansûr için yazdığı karşıtlıklarla yüklü ünlü şiirinde bu düşünceyi dile getirir:
Tatlıydı akrebin sana kıskacı, / Acıya, acıda buldun ilacı;/ Diyordun, geldikçe üst üste acı:/ Bir azap isterim bundan da beter./ Necip Fazıl Kısakürek
Mansûr’dan sonra, Nesimî’den önce Mevlâna ve Yunus Emre de “Ene’l-Hakk” demişler ancak bu kişilerin inançlarındaki samimiyeti çok iyi bilen Türk toplumunun ve Selçuklu yönetiminin dînî hoşgörüsü nedeniyle Mevlâna ve Yunus herhangi bir tepkiyle karşılaşmamışlar. (“Mansûr-vâr oldum bugün, ber-dâr eden gelsin beri//İnnî ene”l-hak okuram inkâr eden gelsin beri//Kul küllün min indi’llâh ansuz değilem va’llâh//Ben hakkıla Hak olmuşam ağyâr eden gelsin beri.” Yunus Emre).
Mansûr, “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım) sözünden dolayı Abbasiler zamanında uzun süre hapse atılmış, sonra kamçılanmış, taşlanmış; elleri, ayakları, başı kesilerek gövdesi darağacına asılmış ve vücudu yakıldıktan sonra Dicle nehrine atılmış. Taşlanırken hiçbir acı duymayan Mansûr bir dostunun ona olan sevgisini ifade için gül atması üzerine derin bir ah çeker:
Sana taş attılar, sen gülümsedin, / Dervişin bir gül attı, inledin, / Bağrımı delmeye taş yetmez, dedin,/ Halden anlayanın bir gülü yeter!/ Necip Fazıl Kısakürek
Mutasavvıflara göre insan, nefsinin tutkularından arınırsa Allah’a yaklaşıp “İnsan-ı Kâmil” olur ve Allah yolunda can vererek veya nefsini feda ederek “Fenafillaha ulaşır. Bu mertebeye ulaşanlar Mansûr gibi coşkuyla “Ene’l-Hakk” diye haykırırlar. Kimi mutasavvıflar ise bu sırrı âyan etmenin yanlış olduğunu düşünür, Mansûr’u eleştirirler. Tasavvuftan etkilenmiş olan şairlerimizden bir de Enis Behiç’tir. O da Mansûr gibi coşkuyla haykırmak ister:
Sonra sen cûş ile fânilere haykır: “Yâ Hâk” / Sesini duymalılar sayha-i Mansûr gibi./ Enis Behiç Koryürek
Duygusal, rind meşreb bir şair olan Yahya Kemal mutasavvıf bir şair değildir. Ancak zaman zaman kendi iç dünyası ile baş başa kaldığında yazdığı şiirlerde, bilhassa rubailerinde tasavvuftan esinlenir, mistik duygularını dile getirir. “Vahdet-i vücûd” adlı rubaisinde Yahya Kemal, vahdet-i vücûd’un temel prensibini açıklamaktadır. Ezelî varlık olan Allah’ı mutasavvıfların, dilmesti-i rü’yetle yani bir gönül sarhoşluğu içinde gördüklerini belirtmektedir:
Bir zümre odur Hâlık-ı Mutlak dediler/ Bir benzeri yoktur bu muhakkak dediler/ Bir kerre görenlerse o Rabb-ı Ezel’i/ Dilmesti-i rü’yetle enelhak dediler. / Yahya Kemal
“Ene’l Hakk” sözünü yaratılmış her şeyde Allah’tan bir parçanın olduğu fikrini savunan vahdet-i vücûd felsefesinin bir ifadesi olarak görmek gerekmektedir. Şeriat akla hitap eder. Sûfîler ise aklı aşıp daha kalbî ve ruhanî bir mertebede vecd halindeyken bu sözleri sarf ederler. Yahya Kemal’e göre Mansur’u idam ettiğini sanan şeriat alimleri aslında onu yükselen “Ene’l-Hakk” sedalarıyla cânâna kavuşturmuşlardır:
Karışsın cân u cânân yükselen bang-i enelhak’la/ Şeriat bir dahi Mansûr’u ber-dâr etti sansınlar/ Yahya Kemal
Tasavvuf felsefesine göre Allah’tan başka gerçek hiçbir varlık yoktur. Kâinat bir görüntüden, bir yansımadan ibarettir. Bir vecd anında söylenmiş olan “Ene’l-Hakk” sözünün bir uluhiyet iddiası değil “Ben bâtıl değilim, ben hakkım, haktan yanayım” anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Yahya Kemal’ e göre de ezelî kadehten ilâhî aşk iksirini içen sûfî, melâmet sarhoşluğu içinde toplumun kınamasına aldırış etmez ve kendinden vaz geçer. Bir kez ”Ene’l-Hakk” diyen gönül sahipleri yaratılmış her şeyde, her yerde alemlerin yaratıcısını görür:
İksîri içenler ezelî sâgar’den/ Mestî-i melâmetle geçerler ser’den/ Bir kerre “enelhak diyen erbâb-ı dile/ Hallâk-ı avâlim görünür her yerden/ Yahya Kemal
Arif Ay, her devirde kötülerin alkışlandığından, iyilerin taşlandığından şikâyet eder. Dünya tutkusuyla doğruyu yanlıştan ayırt edemeyen halkın itibarsız kaldığından söz ederek toplumsal bir eleştiri yapar:
Neronlara alkış tutan/ Hallac’ı taşlayan/ Bu eller senin ellerin/ Ey halkım/ Kendini ihbar eden/ Mürted bir kalp taşıyorsun/ Hazin hazlara daldın/ Esamesi okunmaz oldun/ İtibarsız kaldın/ Arif Ay
Mansur’un, Seyyid Nesimi’nin Ene’l Hakk demeleri, bir uluhiyet iddiası olarak değil, Tanrı’nın güzelliğinin insanda yansımasını izah eden estetik bir ifade olarak görülmelidir. Bu sözü söyleyenler, insanı Tanrı’nın varlığının, birliğinin, güzelliğinin tecelli ettiği varlık olarak görürler. Arif Nihat’a göre darağacı Mansûr’u sevgiliye kavuşturan bir vasıtadır, Allah darağacında tecelli etmiştir:
Göründün, ey teâli, dâr şeklinde/ Li bîpervâ gelip Mansûr’dan geçtin/ Arif Nihat Asya
Asaf Hâlet Çelebi, Divan mazmunlarını modern şiirde yeniden inşa etmiş; yeni imgeler kurgulamaya çalışmıştır:
ne aydınlık gerek bana/ ne karanlık/ şekiller bir yerden geldiler/ şekiller bir yere gittiler/ şekiller görünmez oldular/ büyük köşe vur/ bütün sesler bir seste boğuldu/ mansûr/ mansûuur/ Asaf Hâlet Çelebi
Edebiyatta darağacı ve Ene’l-Hakk münasebetiyle sıkça anılan Hallâc-ı Mansûr, “İlahî Aşk”ın doruk noktasında bulunan kişidir ve mutasavvıf şairlere göre gerçek âşık Hallâc-ı Mansûr gibi başını vermekten çekinmemelidir. Edebiyatta en etkileyici şehadet örneği olarak Hallâc-ı Mansûr ve Nesimî verilir:
Yoksa Mansûr’u darağacına götüren/ Nesimi’nin derisini yüzdüren/ Dedikodu tüfeklerinden korkar mısın? / Bahattin Karakoç
Dilimizde “hallaç pamuğu gibi atmak” deyimi bir arada, toplu bulunan şeyleri ya da kimseleri dağıtmak, parçalamak; bu yolla sağa sola, her birini bir yana atmak anlamına kullanılır. Bahattin Karakoç, pamuk ve hallaç mazmunlarını birlikte kullanarak Mansur’un hikayesine telmih yapar, kendisini hallacın attığı pamuğa benzetir:
İptal edilmişse ilâm bir ılgımdır darüsselâm/ Pamuk atar gibi atar tezgâhında hallaç beni! / Bahattin Karakoç
Şairler asırlarca Mansûr’u değişik teşbih, telmih, mecaz ve imge dünyasının malzemesi yapmışlardır. Hem klâsik Türk edebiyatı şairleri hem de Alevî ve Bektaşî geleneği içerisinde yetişmiş olan Halk şairleri Hallâc-ı Mansûr’u, Nesimi’yi Hak yolunda canını vermiş aşk şehidi olarak görüp ona benzemek istemişlerdir. Günümüz ozanlarından Muhlis Akarsu Allah inancını Mansûr’a telmih yaparak dile getirir:
Ben sana inandım sıdk-ı özümle / Ulu dergâhını gördüm gözümle / Eğildim önünde dertli sazımla / Mansûr gibi dâra durmaya geldim/ Muhlis Akarsu
Hallacı Mansûr, fenafillaha ulaşıp “Ene’l-Hakk” (ben hakkım) dediği için bu sözün anlamını bilmeyen din alimleri tarafından “Allahlık iddia ediyor” diyerek asılmış oysa Tasavvufta “Enel Hakk” demek, dünyaya ait bütün hırs ve arzulardan ruhu temizleyip ilahi varlığa yaklaşıp onunla bütünleşmektir. Şairler aşk yolunda Mansûr’un izinden gitmeyi arzularken Namık Kemal, Mansûr’dan çok önce gönlünün tevhid inancıyla dolup “Ene’l-Hakk” sözüyle süslendiğini, feyzlendiğini söyler:
Gönlüm olmuşdu Ene’l-Hak zen-i feyz-i tevhîd/ Gelmeden dâr-ı gam-ı âleme Mansûr henüz/ Namık Kemal
Mansûr -gül, Mansûr- zindan ilişkisi de şairlerin sık sık yararlandığı bir mazmundur:
Gül zindanı yapsalar vardığım her durağı/ Bana bir gül delisi deseler de her akşam
…
Cemşide rakib oldu güllerin yaprağında/ ‘Hu’ çekiyor içimde Mevlânâ bir semazen/ Lale de imreniyor dertli Hallâc’a bazen/ Nurullah Genç
Derler ki, Mansûr’u darağacına çekmeden evvel ellerini kesmişler. Bileklerinden akan kanlar Dicle’ye karışınca nehir, Kelime-i Tevhîd’i söyleyerek taşmış ve civardaki bitkilere ulaşmış, bitkiler dahi Kelime-i Tevhîd’i söylemeye başlamış. Halk bir türlü bunu durduramamış. Nihayet şiirler de yazmış olan Mansûr’un bir beytinde ancak küllerini Dicle’ye döktükleri zaman nehrin kabarmasının biteceğine dair bir işaret bulmuşlar ve cesedini yakıp küllerini nehre savurmuşlar. Ancak o zaman her şey normale dönmüş. Başka bir rivayette de Mansûr’un hırkası Dicle’nin suyuna atıldıktan sonra nehir durulmuş. Hallâc’ın bedeninin yakılıp küllerinin nehre dökülmesi edebiyatta sık kullanılan bir imge olur:
Sen yokken denizlerin dibine çöktü acı / Köpüren dalgalara karıştı kan ve zehir / Sen yokken hayat yine dâre çekti / Hallac’ı yıllarca irin aktı vadiden; yandı nehir/ Nurullah Genç
Mansûr, Allah’ın yardımıyla galip gelen, zafere ulaşan demektir. ”Mansûr’la ilgili telmihlerde taş atmak ve gül atmak mazmunları sık kullanılır, mansur’un sözlük anlamına işaret edilir.. Ömer Lütfü Mete, Mansûr gibi hak aşıklarının veya bu yolda kartal gibi savaşanların sayıca azaldığını, ama onlara hem sataşanların, taş atanların hem de gül atanların eksik olmadığını söyler:
Bir bölük kartal iken, / Bir avuç Mansûr kaldık/ Dil attılar, kül attılar, gül attılar
İmam ve cemaat akçe molasında kazık,/ Mezarımız üzerinde tüfek çattılar!/ Ömer Lütfi Mete
Derler ki, Hallâc-ı Mansûr’u darağacına getirdiklerinde önce merdiveni öpmüş, sonra ayağını basmış ve şöyle demiş: “Gerçek erenlerin miracı, darağacının tepesidir.” Mansûr bu sözüyle Allah’a vuslatı arzuladığını, “Fenâfillah”ı dilediğini, darağacından korkmadığını vurgulamak istemiş.
Tasavvuf düşüncesine göre evrende tek bir varlık vardır. O tek varlık da Allah’tır. Şukûfe Nihal o sevgiliye kavuşmak için Mansûr gibi darağacına çıkmaya gönüllüdür:
Razıyım, Mansûr olup çekilsem dâre bir gün,/ Erişmek kabil olsa böyle dildâre bir gün/ Ne çıkar kötü olsam yâre, ağyâre bir gün?/ Sarmış beni kaybolan bir ilâhın kaygusu/ Şukûfe Nihal Başar
Yavuz Bülent’e göre ister ilahi aşk için olsun ister beşerî aşk için olsun bu yolda canını feda eden aşıklar hiçbir zaman eksik olmayacaktır:
açılın açılın kalabalıklar / içerim zemheri, dışarım bahar / bir alev halinde geçtiğim yollar / Hallâc-ı Mansûr’suz, Keremsiz değil!…/ Yavuz Bülent Bakiler
Recai KAPUSUZOĞLU
Kaynak: Recai KAPUSUZOĞLU, Yeni Türk Şiirinde Edebi Sanatlar, Ötüken Neşriyat, 2022