Filler Ölüme Yalnız Gider ‘in Yazarı Serpil Tuncer |
Filler Ölüme Yalnız Gider kitabının yazarı Serpil Tuncer bugünkü konuğumuz. Yakından tanımak için sorularımızı cevaplayan Serpil Hanım’a şimdiden çok teşekkürler. Serpil Tuncer Kimdir? 1-Bize kendinizden bahseder misiniz? Serpil TUNCER kimdir? 1972 İstanbul doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi İstanbul’da tamamladım, daha sonra Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize Meslek Yüksekokulu İşletme Bölümünden mezun oldum. Arel Üniversitesi Sosyal […]
Filler Ölüme Yalnız Gider kitabının yazarı Serpil Tuncer bugünkü konuğumuz. Yakından tanımak için sorularımızı cevaplayan Serpil Hanım’a şimdiden çok teşekkürler.
1972 İstanbul doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi İstanbul’da tamamladım, daha sonra Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize Meslek Yüksekokulu İşletme Bölümünden mezun oldum. Arel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Medya ve Kültürel Araştırmalar Bölümünden
“Neoliberal Bağlamda AKP İktidarının Kadın İstihdam Politikasının Medyaya Yansıması” başlıklı tezim ile yüksek lisansımı tamamladım. Bir kamu kuruluşunda çalışmaktayım…
İlk şiirle başladım. “Erik Ağacı” isimli şiir kitabımı yazdıktan sonra bir şair olmadığımı anladım ve öyküye yöneldim. “Ekinoks Günleri” , “Mor Sokak Sakinleri” ve “Büyülü Deniz” “Kuşları Uğurlama Sanatı” ve Mart 2019 da çıkan “Filler Ölüme Yalnız Gider” isimli öykü kitaplarım bulunmaktadır.
Öykü yazmak hiçbir zaman benim seçimim olmadı. Öykü bana geldi. Kanımca bir yazar yazmaya ne kadar kararlı ve istekli olursa olsun yazın türünü seçemiyor. Bu bir seçim değil. Yazarın fikir yapısı ve kalemi yazarın yazın türünü belirlemede en büyük etken. Öykü yazmayı seviyorum, öyküye karşı olan içten sevgim de beni bu türe bağlıyor.
Ölümü uzun uzadıya hep yazmak istedim. Mezarlıkta yatan ölüleri konuşturmak ve onların anılarından kesitler sunmak istedim. Yazarken zor olmadı… Bu seri öykülerde ölüm gerçeği hiç olmamışçasına karşımıza çıkıyor aslında. Asıl mesele yaşarken ölüyor olmak. Bazı karakterim de bunu yaşadı. Silik, yaşadığının farkında bile olmayan insan tiplerini yazmaya çalıştım.
Benim öykülerimde karakterler hep böyledir. Arada kalmış, yalnız ve zoraki yalnızlaştırılmış insan tiplerini yazmaya çalıştım. İnsan böylesine yabancılaşmış ve yalnızlığa itilmişken yaşadığını söylemek saçma bir ironi oluyor aslında fakat çevremize şöyle bir dönüp baktığımızda etrafımızın tam da böyle insanlarla dolu olduğunu görüyoruz. Ben buna; yaşarken ölmek ya da ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgide araf’ta kalmak diye nitelendiriyorum. Zaman zaman hepimiz böyle dönemleri yaşamışızdır. Fark ederek veya etmeyerek arada kalmışlığımız olmuştur. Bu da şu mantığı doğuruyor; Ölmek diye bir şey yok ve aslında yaşamak diye bir şey de yok. İnsan hayatı boyunca bu ikisinin arasında gidip geliyor. Bunun acı tarafları da yok değil ancak benim gerçekliğim bu yönde. İşte bu gerçeklik bana bunları yazdırdı.
Bu kitapta yirmi öykü var ve yirmisinde ölüm teması var. Doğada yaşayan ve diğer ağaçları varlığı ile koruyan Pelit’in ölmesinden tutun da yoğun bakım odasında Osman bebeğin ölmesine kadar benim için hepsi aynıdır. ‘Salvador Salih’ isimli öykümde ölen zamandır, ‘Sonsuzluk Treni’nde ise ölen dünyadır. Velhasıl her şey yokluğa akar ve sonra yeniden umutla dirilmeyi bekler.
Yaşadığım müddetçe yazmaya devam… Yeni öyküler hayat var olduğu sürece yazılacaktır elbet. Değişmeyen tarzım ve çizgim olacaktır çünkü bu pek rağbet görmeyen çizgiyi oturtabilmek için çok emek verdim. Bana niye entelektüel, zengin ya da aydın birini yazmıyorsunuz diye sorduklarında onlara şu cevabı veriyorum: Bunları, çoğu yazar yazdı zaten asıl yazılmayan insan tiplerine bakmak lazım. Kim bunlar; varoşlar, ötekileştirilenler, yabancılaştırılanlar, yalnızlaştırılanlar ve sistemin çarklarında ezilip yok sayılan insanlar… Bunları çoğu yazar yazmaya değer görmedi bence asıl hayatlar bunlarda… Bunu anlatırken şu
noktaya dikkat çekmek isterim… Yabancılaşan ve yalnızlaşan insanlar değil bizzat yabancılaştırılanlar ve yalnızlığa itilenler… Bu ayrıntı kitap okuyunca daha net ortaya çıkıyor.
Güzel soru… Yaşadığımız coğrafyada fil yok ve fili ancak bir hayvanat bahçesinde görebiliriz. İzlediğim belgesellere dayanarak filler ölüm yolculuğuna yalnız gidiyor. İnsan da böyle değil midir? Ölüme yalnız gitmez miyiz? Ancak kitaba adını veren öyküdeki fil olgusu ölüme yalnız giden gerçek bir fil değildir.
Ünlü bir yazarın şişman karısıdır. Kadın sevgisizlikten obezite olmuştur ve sevgisizlik onu daha çok yemeye sevk etmiştir. Kadın bu kısır döngüden kurtulabilmek adına kocasını terk etme kararı alır ve terk etmek de kendi içinde bir yolculuk olduğunda fillerin ölüme yalnız gitmesi gibi kadın da ünlü yazarın hayatından çekip gider. Şimdi şöyle bir soru sorulabilir. Bütün kitap bir ölüm kitabıysa bu hikâyede ölüm nerededir? Cevap gayet anlaşılır ve nettir. Ölen, uzun yıllar süren bir evlilik ve birlikteliktir. Ne yazık ki evlilikler de doğar, yaşar ve ölür. İlişkilerin seyri ve yol alışı vardır.
Kısacası ilişkiler de gün gelir ölür.
Öncelikle böyle bir fırsat verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Şahsım adına ve yayın evim adına… İnşallah okuyucusu çok olan bir kitap olur.
Ölüm üzerine ciddi ciddi kafa yorulmuş ve çok farklı bakış açıları yakalanmış. Filler ölüme yalnız gider kitabındaki ölüme yalnız gidenin obez bir kadın oluşu da benim dikkatimi çekti duodiyet olarak. Tabi şu var, ilişkiler, birliktelikler, evliliklerde şekilcilik oranı, soyut kavramlardan ağırsa bu sıkıntılar yaşanır. Maddiyata önem veren insanlarda bu görülebilir ama evliliği sevgi saygı vefa gibi kavramlar üzerine bina edenlerde ben evliliği sonsuz görürüm, ölmez o evlilik. ve ben sevdiğimle cennette de sonsuza dek birlikte olacağımıza inanıyorum.
“Öykü bana geldi. Kanımca bir yazar yazmaya ne kadar kararlı ve istekli olursa olsun yazın türünü seçemiyor. Bu bir seçim değil. Yazarın fikir yapısı ve kalemi yazarın yazın türünü belirlemede en büyük etken. Öykü yazmayı seviyorum, öyküye karşı olan içten sevgim de beni bu türe bağlıyor.”
Bu tip sorulara Türk tipi sanat camiası neden hep aynı klişe yanıtı verir? Yazara soruyorsun öykü bana geldi, ressama soruyorsun, bir baktım tuval ve boyalar şovaleye binmiş bize gelmiş, şarkıcıya soruyorsun konuşmaya başlamadan şarkı söylüyordum sanki içime Sezen Aksu kaçmıştı gibi irrasyonel yanıtlar neden verilir, anlamıyorum. Arkadaşım gerçeği söylesene; fen, matematik ve edebiyata kafam basmıyordu özel yetenekle hasbel kader güzel sanatlara girdim diye. Bu yazar hanımın söylediğinden anladığım, çoğunluk gibi şiiri becerememiş öyküye yönelmiş, Bunu söylemek neden bu kadar zor, anlamıyorum.
Filler topluluklar halinde yaşarlar ve yaşlanarak, hastalık ya da yaralanma sonucu ekibi yavaşlatanlar, grup için kendilerini feda ederler ve gruptan ayrılırlar. Bu davranışı Orta Amerika’daki bazı insan kabilelerinde de görmek mümkün. Evrimsel olarak topluluğun çıkarı, türün çıkarıdır. Kitabın konusunda bahsi geçen hanımefendi ise anladığım kadarıyla sevgisizlikten bıkıp gidiyor, burada fillerle benzeşen bir şey yok; buna rağmen okuyanlar bilir, Elio Vittorini bu kitabın çok çok benzerini daha önce yazmıştı.
Yazara yazın hayatında başarılar dilerim.
Bir yazarın belli bir konuyu seçerek onun üzerine öyküler oluşturması kadar güzel bir şey yok bence. Çünkü tema belirleyip onun üzerine yazmak aslında o tema ile ilgili insanlığa bir şeyler anlatma çabasıdır. Bu taktir edilesi bir konu. Serpil Tuncer’in Filler Ölüme Yalnız Gider kitabını açıkçası ilk kez duyuyorum. Haliyle okumadım. Ancak röportajda anlatılan tarz benim her daim destek vermek isteyeceğim bir tarz. En kısa zamanda Filler Ölüme Yalnız Gider kitabını satın alacağım. Serpil Tuncer Hanımefendiye de buradan teşekkürlerimi iletmiş olayım. Sizi de bu güzel röportaj için ellerinize sağlık.